Yazdıklarım benim kendimi yansıtır
Yeniler
Hala babamı yedikleri günün kabuslarını görüyorum. “Yeni” lerden birisi, bir somun ekmeği tutar gibi, kocaman elleriyle babamın bedenini iki yanından tutmuş, başını ağzına götürmeye çalışıyordu. Babamın faydasız yumrukları yeninin ağız kenarına ve gözlerine çarpıyor fakat yaratığın fikrini değiştirmiyordu.
Kocaman ağzına babamın kafasının neredeyse tamamı sığmıştı ki çığlıklar başladı. Çene yavaşça kapanırken kafatası kabuk gibi ezilmiş ve beynin bir bölümüyle beraber ayrılmıştı. Debelenen vücut birden kasılmış ve ilginç bir pozisyonda sabit kalmıştı; o an bunu yüzmeye çalışan bir kurbağa hareketine benzetmiştim. Tuhaf…
İlk yeniyi, aptal bir bilim adamı aldı üsse. O güne kadar, kilitli kapılarımızın ardında, inleyen seslerini duyar ve bizden uzak olduklarını düşünerek avunurduk. Ama o kilitleri açtı ve birini içeri aldı, generalin tüm engellemelerine rağmen. Erenler bu konuda isteksiz davransalar da (keskin hislerini asla dışa vurmazlardı) bilim adamının yalvarmalarına cevap verdiler ve üste bir yeninin kontrol altında tutulmasına geçici olarak göz yumdular.
Ben ve diğer çocuklar, kafesin ardındaki bu garip şekilli oluşumu izlemek için can atardık. Bazen elimizdeki kuruyemişleri verir ve kocaman ağzında öğütüşünü hayret dolu gözlerle izlerdik. Bilim adamı, ona bu kadar yaklaşmamızı hoş karşılamazdı; biz bunu bir tür kıskançlık olarak yorumlardık.
Erenler, bazı geceler, tüm halkı toplayarak bu üssü nasıl kurtardığımızı anlatırdı. Böyle gecelerde annemin dizlerine başımı koyar, erenin ellerini kollarını savurarak daha da korkunç hale getirdiği kıyım hikayelerini, kimi kez yüzümü annemin avuçlarına saklayarak dinlerdim. Babam, eski şerefli günler diye söz ederdi bu zamanlardan. O zamanlar ki altın devrimizi yaşamıştık ve kilitli kapılara ihtiyaç duymayacak kadar güvendeydik. Eskiyi hatırlamam için bu öyküleri dinlememi ve feyz almamı isterdi.
Fakat gerçekçi olmak lazımdı. Şimdi başka bir devirde yaşıyorduk ve hatta bir yeniyi besliyorduk. Bilim adamı yenilerden korkmamamızı söylüyordu fakat bu tavrı onun mahkemeye çıkarılmasını engellemedi. Mahkemelerimiz vardı, evet, erenlerden biri kararı bildirir ve ceza ne olursa olsun mahkemeye arkasını dönerdi. Bu, mağdur olanlar veya kendini mağdur hissedenler için iyi bir fırsattı. Suçludan intikam almanın değişik yolları vardı. Benim de zevkine katıldığım bu toplu saldırı olayları kanlı olduğu kadar akla hayale gelmeyecek kadar iğrenç de olabiliyordu. Eren arkasını döndüğünden kimin ne yaptığını görmüyordu, böylece bir çok tanıdığını suçlama zahmetinden kurtuluyordu. Her neyse, zavallı bilim adamı…
Sonra herşey bir anda oldu. Yeniyi dışarıya bıraktığımızın üzerinden yıllar geçmişti. Önce kulaktan kulağa dedikodular yayıldı. Kapıların kırıldığından veya bizzat açıldığından bahsediliyor, kenar mekanlarda insanların parçalandığından veya tecavüze uğradıklarından bahsediliyordu. Biz korunaklı bir bölgedeydik ama anlatılan korkunç hikayeleri duydukça geceleri uyuyamaz olmuştuk. Sonunda erenlerin en yaşlısı bizi topladı ve yaşlı gözlerle her şeyin bittiğini itiraf etti. Zaman kaybetmeden tası tarağı toplayıp evi terk ettik. Komşularımızın hayvanları vardı fakat taşıyamadıklarından (ve zaten çok çocuklu olduklarından) bazısını biz aldık. Hayvanlar bizim gibi etçiller için kolay besin anlamına geliyordu.
Herkes teker teker öldü. Yeniler çok güçlüydüler, elleri ve ağızları bizden daha büyüktü. Bunu fark ettiğimde bizi ele geçirmişlerdi. Annem ve kız kardeşim çığlıklar atıyordu. Babam sessizdi ama gözlerinde deli bir bakış vardı. Köpek gibi korktuğunu biliyordum, yenilerden herkes korkar. Sonra o kararı verdik. Halen düşündüğümde, bunun çok yanlış bir şey mi, yoksa hayatımızı kurtarmak için bir özveri mi olduğuna karar veremiyorum. Tutuklu olduğumuz bir gece babam beni karşısına aldı ve reddedeceğimden çekinircesine düşüncelerini aktardı. Hemen kabul ettim. Biz anlaşma yapıp onları geride bıraktığımızda, annem ve kız kardeşime neler yaptıklarını bilmiyorum.
Sonuçta yalnız kaldım, erzağım bitmişti ve babam da gitmişti malum. Günüm gecem birbirine karışıyordu, kabuslarımın gerçek olduğunu düşünüyordum ya da bir kabusu yaşadığımı. Beton sokaklarda ve terkedilmiş mekanlarda bulduğum sıska hayvanlar ilk yiyeceklerim oldu. Fakat her zaman iyi et bulamıyordum. O kadar açtım ki lağım fareleri sıradaki menüme dahil oldular. Sıçan bulamadığımda hamam böcekleriyle öğünü geçiriyordum, hem onlardan her yerde vardı. İşte o günlerde ona rastladım.
Benim yaşlarımda bir kızdı. Yalnızdı ve ailesini kaybetmişti. Tek başına olmaktansa iki kişi olmak her zaman daha iyidir. Birbirimize sarılıp bir müddet mutluluktan ağladık. İsmini sormadım bile. O da başıma gelenleri sormadı, her şey tahmin dahilindeydi nasılsa. Beraber yaptığımız sonsuz gibi gelen yolculuklarda yolları ve şehirleri aştık. Bazen yemek buluyorduk bazen aç yatıyorduk. Böyle bir durumda açlık en büyük sorundu. İçim yırtılıyordu sanki. Göbeğim sırtıma yapışmış, kemiklerim ele gelir hale gelmişti. Bazı geceler korkunç bir sırt ağrısıyla uyanıyor ve bir yemek için uluyarak ağlıyordum. O ise daha zayıftı. Açlıktan çılgına döndüğünde bok yemekten söz ederdi, henüz o kadar umutsuz olmadığımızdan bu isteğini ötelemesi gerektiğini söylüyordum.
Geceler soğuk olmaya başlamıştı. Birbirimize sarılıp yatıyorduk. İkimiz de çocuktuk fakat benim uzun zamandır organım sertleşiyordu. O da bazı geceler bunu hissediyor ve uykusunda gülümsüyordu. Memeleri dikti ve organı çok ama çok güzel kokuyordu. Böylece düzüşmeye başladık. Bazen o kadar sık yapıyorduk ki, açlığımızı bile unutuyorduk. Nihayet uzun zamandır bize uzak olan umut belirdi ve bir gün bana kanamasının olmadığını söyledi.
Karnı gittikçe büyüyor ve biz korkunç bir umutla bekliyorduk. Bazı geceler, yenilerden birinin bebeğin kokusunu alabileceğinden korkuyordum. Böyle zamanlarda endişe aklıma çılgınca fikirler sokuyor, hastalıklı bir halde bebeğe bir an önce kavuşsam mı diye düşünüyordum. Sonuçta biraz daha sık ve hayvani düzüşmeye başladık ve son defasında kanaması geçmedi. Bekleyen gözlerle izledik ve kız birkaç kasılmayla henüz oluşmamış bir yaratığı dışarı attı. Sanırım 3-4 ay olmuştu; çocuk bedeni gebeliği daha fazla sürdürememişti. Bizim istediğimiz de buydu zaten. O gün hayatımın en mutlu günlerinden biriydi. Ben bir ateş yaktım. Kız, dölünü ve plasentayı bir seremoni havasında iki eşit parçaya böldü. Çok özel bir gün olduğu için bu defa yemeğimizi pişirdik ve birbirimize suçlu bir huzurla bakan gözlerle hızla bitirdik. Karnımız doyduğundan, hiç olmadığı kadar uzun ve deliksiz bir uyku çektik.
Bu bizim hayatta kalma yolumuz oldu. İhtirasımızı sık sık doyuruyorduk ve kız çabuk gebe kalıyordu. Düşürdüğü bebekler kanımızı canlandırana kadar fare ve böceklerle idare ediyorduk. Sonunda iyi bir şey geleceği için beklemek güç olmuyordu. Fakat, iyi şeylerin uzun sürmediğini anlamam için bir yıl geçmesi gerekti. Son bebeğimizden sonra kız yaşlı gözlerle, bu hasat işine daha fazla devam edemeyeceğini söyledi. Gözüm döndü; nihayetinde bu ikimizin de yaptığı bir şeydi ve ben de üzerime düşen görevi hakkıyla yerine getiriyordum. Ne kadar yalvardıysam ikna edemedim ve… Eh… Kızın eti bana sadece birkaç gün yetebildi.
Açlık… Umutsuzluktan bile daha acıtıcı bir şey. Sanki koca bir bıçak bedeninizi baştan aşağıya yarıyormuş ve kurumuş organlarınızı yerinden söküyormuş gibi. Buna daha fazla ne kadar katlanabilirim bilemiyorum. Bir zamanlar çok korktuğum ölüm bile şu an güzel gözüküyor. Hem umut olmadan yaşamanın ne amacı var. Kafamdaki sesler uyumama bile engel oluyordu “Bırak kendini… Vazgeç…”. Zaten vazgeçmiştim ama kendimi nasıl yok edebilirdim ki?
İşte bunları düşünüyordum, onları gizlice izlerken. Yaktıkları ateşin etrafına oturmuş, uyuşmuş gibi alçak sesler çıkararak alevlere bakıyorlardı. Kafam açlıkla boğuşuyordu ve her şeye bir son vermek istiyordum. Kararım kesindi, yem olmayı kabul ediyordum. Tek isteğim bunun kısa ve acısız olmasıydı. O duvarın arkasında ne kadar beklediğimi hatırlamıyorum, önlerine bir kuzu gibi çıktığımda herhalde saatler geçmişti. Bana baktıklarını gördüm, tehdit içermeyen yumuşak ifadeleri vardı. İşlerini çabuk halletmelerini söylemek için ağzımı açtım fakat sesimi tanıyamadım; gırtlağımdan boğuk bir inleme çıktı. İsteyerek yapmamıştım, her şey o kadar doğal gelişmişti ki konuşmaya devam ettim. Biri elini uzattı, tuttum, sıcaktı. En son ne zaman sıcak ve canlı bir ete dokunduğumu hatırlamaya çalıştım. Alevlere baktım ve sonra zihnim bulandı…
Şimdi yalnız değiliz. Artık buradayız, varız, hep vardık. Evimiz dediğimiz üssü sonuna kadar korumaya yeminli bireyler, tüm kapılarımızı kilitli tuttuk; onlar girmeye çalışsalar da başaramazlar. Her gün ve gece dışarıdan gelen seslerini duyduk, ısrarcı ve baştan çıkarıcı. Ve yemin ettik; birini bile içeri almayacağımıza dair…